top of page
  • ezgi erkin

İLK TAŞI EN GÜNAHSIZ OLAN ATSIN

Avuçlarımın arasına almışım yüzümü, gözümü yokluyorum, kuru. Aynı noktaya bakıyor olmalıyım son birkaç saattir. Etraftan geçenler gördü mü beni? Kim olabilirdi bu etraftan geçenler?

 

Kendime geliyorum. Yüzümü, sıkıştırdığım avuçlarımın arasından kurtarmış gibi bırakıveriyorum. Evet, diyorum. İlk taşı ben attım. İlk günahı ben işledim.

 

Bankta yanıma yaşlı bir teyze oturuyor, ah çocuğum diye başlayan bir iki cümle kuruyor. Yüzüme her şeyi dinlediğimi sanmasına yetecek bir tebessüm konduruyorum. Bazı tebessümlerin insanın içindekileri saklamak konusunda ne kadar başarılı olduğunu o an hatırlıyorum.

 

O gecede öyle yaptığım aklıma geliyor. Yüzüme yerli yersiz bir tebessüm kondurmuş, olan biteni hiç anlamamış gibi yapmayı sürdürmüştüm. Ayça’nın gelip ne oldu sana diye neredeyse çığlığı andıran bir sesle bağırmasını işitene dek, orada öylece oturmuş ve yüzüme aptal bir tebessüm yerleştirmiştim. Oysa üstüm başım darmadağınık, bir göğsüm dışarıda olmaya yüz tutmuş halde çekiştirilmişti kazağım. Hatırlıyorum o kazağı, mavi örgü bir kazak. Boğazı kapalı kıyafetler giyemediğimden boynumu açıkta bırakan mavi bir kazak. Deniz’in bana o kazağı aldığı günü hatırladım sonra. Beşiktaş’tan vapura binip Kadıköy’e geçişimizi, orada bütün dükkanlara girip, aman yine hiçbir şey bulamadım diye hayıflanırken, Deniz’in elinde o kazakla gelişini. Denemene gerek yok demişti, elinde askıyı tutarken. Ben senin vücudunun her santimetre karesini ezbere bilirim. Bu tam sana göre.

 

Satıcı kız, Deniz’in söylediğini duyunca utanıp, hafiften kızarmış yüzümle, yaaa Deniz, diyebilmiştim sadece. Bazı anlar ne kadar kısa ve ne bu ne büyük haksızlık. Oysa bütün bir ömrü bir tek ana sığdırabilmeli insan. Öyle bir an olsaydı. Bu an, o an olurdu, eminim.

 

Mavi kazağımdan dışarıya çıkmaya çalışan göğsümü içeri sokuşturuyorum. Ayça elimden tutmuş bile. Önce, diyor, önce bir yüzünü yıkayalım hadi kalk. Kalktığımı hatırlamıyorum, lavaboya kadar nasıl gittim hatırlamıyorum. Hissettiğim ilk şey, yüzüme vuran suyun delici soğuğu oluyor. Su diyorum içimden, su her şeyi yıkayabilse keşke.

 

Ayça’nın sesini duyuyorum tekrar, boğuk ve uzak bir yerden geliyor gibi, yavaş yavaş yaklaşıyor ses.

 

“canım, canııımmm, canımm daha iyi misin şimdi?” başımı sallamak istiyorum ama başım sallanmıyor. Başım öyle kötücül bir halde sallanıyor ki, içinde beni delip geçen bir zelzele oluyor sanki. Başımda 5.5 şiddetinde bir artçı deprem var sanıyorum. Şiddeti nasıl ölçtüğümü düşünüp gülümseyecek gibi oluyorum. Uyarıyor zihnim yerli yersiz kılıklara giren dudak ucumu. Sırası mı diyor? Sahi şu an gülmenin sırası mı?

 

Ne zaman gülmeye gelir sıra? Bekliyorum, 27 yaşımın orta yerindeyim, aklımın ermediği zamanları saymazsak tam olarak 25 yıldır, sıranın ne zaman gülmeye geleceğini bekliyorum. Tam olarak gülmeye sıra hiç gelmiyor.

 

Ayça’nın hala konuştuğunu ve bana bir şeyler anlatmaya çalıştığını o an fark ediyorum. Ne söylediğini anlamaya çalışmaktan bağımsız elini tutmaya çalışıyorum Ayça’nın. Elini tutarsam sakinleşir diye düşünüyorum. Sahi şu an bile yanımda heyecanlanmış birini sakinleştirmek bana mı düşüyor emin olamıyorum. Paldır küldür bir ses geliyor arkadan. Çığlık atmaya başlıyorum. Ellerimle yüzümü saklıyorum, karnımı ve bacaklarımı içeriye doğru çekip cenin pozisyonu almaya çalışıyorum. Ayça sarılmak istiyor bana, geçti canım, geçtiiii, geçti. İnan ki bir şey yok, ben yanındayım burada sana kimse bir şey yapamaz. Ayça’nın tanıdık sesi kulağımdan içeri doluşunca kenetlediğim ellerimi bir nebze olsa bırakıyorum. Bacaklarımı sanki bir mengeneden çözüyormuşçasına açıyorum.

 

Ayça’nın gözleri yaşlı artık. Tutamıyor, saklayamıyor yaşları gözünün içine. Efendice yerini bilir gibi dökülüyor yaşlar gözlerinden, toplanacak ve uzun menzilli bir atış gerçekleştirecek gibi yerine doluşuyorlar.

Gözyaşlarının organize bir askeri düzende toplaşmasınıgörünce, her askeri törende karnıma yerleşen yumruk yerinden kalkıp hazır ola geçiyor ve ağlıyorum. Çok ağlıyorum. Bütün ömrüme yetecek kadar ağlıyorum. Ola ki bir daha ağlayacak yer bulamazsam diye, hepsini tek seferde ağlıyorum. Ayça’ya bakıyorum. Oda ağlıyor. Ağladığında dudakları değil gözleri şişiyor onun benden farklı.

 

Bir zaman geçmiş olacak ki, ağlayacak yaş kalmıyor gözümde. Üzerimde yazlık bir meyveymişimde posam çıkıp da sonra kurutularak pestilim yapılmışçasına bir ağırlık var. Oturduğum yerden kalkıyorum. Mavi kazağıma bakacak bir cam yansıması buluyorum dükkanın birinde.

 

Ayça’nın koluna giriyorum. Kötü bir haber almış da yığılacak yer bulamamış gibi dikiliyorum ayakta, destekli. Ayça bastırıyor saçlarımı göğsüne. Deniz’e gidelim mi diyor. Hem ne zamandır gitmedik. Bir demet kasımpatı alıyoruz kasabın köşesindeki çiçekçiden. Taksiye biniyoruz. Taksici abla ne tarafa diyecek gibi oluyor, Ayça kısık sesle ona yöneliyor, Aşiyan mezarlığına.

330 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

YENİDEN

Hoşgeldin canım kızım Ezo. Nerde kaldın demedi. Yanlış sorular sormayı sevmezdi. Cevaplar, soruyu sorana da, cevabı verene de ağır geldi mi, sormazdı. Kuşlu gazeli, hatırladın mı dedi? Sıcacık gülümse

KIRILDI BARDAK

Büyük bir gürültüyle düştü bardak elimden. Yere çarpıp koluma sıçrayan o parça kolumu kanatmış fark etmedim. Acımamıştı. Kanatan çok şey gibi, acıtmıyordu artık. Düşen bardağın sesi, bir kaç aylık bir

KESTANE

Soba üzerinde kestane vardı, ortası hafif yarık. Çıtır çıtır, hafif hafif bir kızartma sesi geliyordu. Çok derinden. Kestaneleri dışarıdan görenler, burası "huzurlu bir yuva" sanacaklardı, ne komik. K

Yazı: Blog2_Post
bottom of page